Vedat Bilgin’in 30.10.2014 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan köşe yazısıdır…
Cumhuriyetin kuruluşunun 91. yılını kutluyoruz. Aradan bunca yıl, bunca Cumhuriyet Bayramı geçti. Ne nutuklar atıldı, ne balolar verildi ve ne tartışmalar yapıldı; ama hâlâ madenlerimizde neredeyse kitlesel ölümler, kitlesel katliamlar yaşanmaya devam ediyor. Sorun şudur: Devlet-toplum arasındaki gerilimde tam anlamıyla bir denge kurulamadığı gibi, çatışma da devam etmektedir. Bunun bir yansıması tabiat- insan arasından; üretimle-teknoloji arasındaki ilişkiye uzanmaktadır.
Devletin güçlü, “toplumun zayıf olduğu zamanlardan” kalan anlayış, insanların devlet zoruyla çalıştırılması da dâhil, her türlü düzenleme yapmayı “devlet aklına”, insafına bırakmaktadır. Bu devlet, aklı “ekonomik sorunu” çözmek için toplum ve onun emeğini insafsız bir biçimde kullanmıştır ve görüldüğü gibi kullanmaya devam etmektedir. Bu sadece işçinin emeği değildir, bütün toplumun emeğidir.
Devlet ve emek
Türkiye’nin anti demokratik tarihinin bir ürünü olan “devletçi kapitalizm dönemi” aynı zamanda cumhuriyetin anti-demokratik devridir. Türkiye’nin talihsizliği, bu örgütsüz-mesleksiz zayıf halk karşısında devlet, “demokrasiye doğru evrilirken” dahi sivil bir dayanaktan mahrum olmasıdır. Sanayi üretim kültürüne sahip olmayan toplumda, önündeki tek örnek, devlet rantları üzerinden “sermaye birikimi sağlamış devletçi kapitalistler” olan bir ortamda, demokrasiye geçiş kadrolarının, sivil girişimcileri toplumsal dayanak olarak görmesi, bütünüyle piyasayı onların çıkarlarıyla özdeşleştirmesi ciddi bir sorundur.
Bu sorun Türkiye’de tarihsel bir çelişkiye tekabül etmektedir. Bu çelişki, cumhuriyetin kalkınma ve demokratikleşme süreçleri içinden yükselmiştir. Meseleyi şu şekilde ortaya koyabiliriz: Cumhuriyet sivil topluma dayanmadığı için otoriterleşmiş, 1950’ye kadar kapalı bir toplum düzeni kurmuştur. Dış konjonktür yapıyı demokrasiye doğru değiştirip, siyasi olarak “otoriter cumhuriyetten” çıkışın şartlarını hazırlayınca, devlet içinden doğan bütün tepkiler ve direnci kırmak üzere, Menderes’ten bu tarafa demokrasi güçleri, “sivil unsur” diye öncelikle müteahhit, tüccar, imalatçı gibi girişimcilere dört elle sarılmak durumunda kalmışlardır.
Yer altında kalmak
Bu unsurların talep ettiği “piyasa”, kuralsız ve “sermayenin büyümesinin sınırsız serbest” olduğu bir ilişki düzenidir. Dolayısıyla demokrasi sayesinde, siyasi varlık kazanan partiler, siyasetçiler, “piyasa denkleminde” dayandıkları bu “sınıfların” taleplerine; “devlet içinden gelen tehdit” karşısında, yön verme, kural koyma düzenleme konusunda yetersiz kalmış, ortaya ciddi sorunların çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Bugün gelinen aşamada, bunun böyle devam etmesi mümkün olmadığı gibi, zorlayıcı sebeplerin ortadan kalktığını da görmek gerekir. Hatta, yapılacak sosyal düzenlemelerle, zorlayıcı sebepleri daha da geriletmek mümkündür. Altını çizmek istediğim, bugün Cumhuriyetin 91. yılında Türkiye demokrasi sayesinde önemli kazanımlar elde etmiş, güçlü orta sınıflara sahip olmasıdır. Artık demokrasinin taşıyıcı unsuru bu sınıflardır. Bunun için, ne Cumhuriyetin başlangıcındaki “yoksunluk şartları içindeki” devlet eliyle ilkel sermaye birikimine, ne de demokratikleşme sürecinin “sivil dayanaktan yoksun olduğu” dönemdeki “kuralsız piyasanın oluşturduğu” unsurlara ihtiyaç bulunmaktadır.
91. yılını kutlayan cumhuriyetin, başta madenler olmak üzere, yerin altında ve üstünde çalışanların sorunlarını çözerek, emeği demokrasinin güçlü dayanaklarından biri haline getirmesi sadece ideal değil, aynı zamanda mümkündür de. Soma’dan sonra, yapılan birçok düzenlemelere rağmen, bu sorunlarla karşılaşılıyorsa, sorunun “özel maden işletmeciliği”yle, “taşeron”la, “örgütsüz çalışma düzeni”yle ilişkili olduğunu görmek zorundayız. Bu ne demokrasiye ne de Cumhuriyete yakışır.